Pazar, Eylül 20, 2015

Mısır 2 - Memfis, Sakkara, Gize




Sabah Mit Rahina - Memfis ile başladı. Sonrasında Sakkara'ya; piramitler ve İmhotep Müzesi...

Cumartesi, Eylül 19, 2015

Mısır 1- Kahire



Kahire'de ilk durak Mısır Müzesi...
Tahrir Meydanındaki müzede 200.000 üzerinde eser olduğu söyleniyor. Ancak sergilenenler az ve kötü bir sergileme yöntemi var. Daha doğrusu yok:)
Yeni müze Gize'de Piramitlerin yakınında açılıyormuş, inşaatı devam ediyor.
Müzede fotoğraf çekmek yasak.

Müzeden sonra bir feluka (tekne) gezisi yapalım dedik ama rüzgar olmadığından başka zamana kaldı...
Akşam Han El Halili Çarşısına gidelim dedik ama kalabalık, kaos kısa sürmesine neden oldu...
Han Halili bizim kapalı çarşının Mısır versiyonu...

Öğle yemeğini Felfela Restaurant'ta yedik... Güzel ve uygun fiyatlıydı... Garsonlarla iletişim ayrı bir beceri...

Cuma, Eylül 18, 2015

Mısır'a doğru...
:)

Çarşamba, Mart 13, 2013

236

özgürlük.
kuşlar gibi?
deniz gibi?
insan gibi?

kimden ya da ne'den?

özgürlüğü kısıtlayan hep başkaları mı? zaman mı? şehir mi?

yoksa kendimiz mi?

kimseye değil, kendimize tüm yalanlarımız, inkarlarımız, kabullenmelerimiz, isyanlarımız.
en çok kendimize kızarız ya... zaten her şey hep kendimizde. bunu kabullenmediğimiz an başkaları ile yüzyüze kalmamız, bahanelerimiz...

bir filmde zaman makinesini bulan adam, zamanın içinden kayıp geçerken her şey yanından hızla akıyordu. tüm sevdikleri, sevmedikleri, sahip oldukları, olmadıkları.
tırnaklarımızı kanatırcasına avuçladıklarımız ve nefret ettiklerimiz.
hangisi bizi tutsak kılan?
zannederiz ki istemediklerimizdir bizi tutsak eden, onlardan bir kurtulsak en özgür olacağız.
ya en çok istediklerimiz? esas onlar değil mi esareti yaratan?

"özgürlüğümüz yoksa yalnızlığımız mıdır?"
hem kalabalık hem yalnız olmak mümkün olmadığından henüz,
özlediğimiz hep özgürlük.



Pazartesi, Mart 02, 2009

235

işyerine geldiğimde içerisi havalansın diye camları açtım.

tam camı açtım, odaya kafamı çevirirken birden durdum. bahçedeki erik beyazlara bürünmüştü.

-ne kadar klasik bir kelime beyazlara bürünmek, ama ne kadar da güzel. yerine başka kelimeler aradım, bulamadım.-

şaşırdım, bir an sıcak bir rüzgar esti, güneş sanki bulutların arasında kıpırdandı.
çimenlerin yeşili üstünde kuru, yeşilsiz dallarında beyaz çiçeklerle ne kadar tazeydi.
yenilenmenin müjdesini taşıyordu.
mart...
yeniden doğuş, yenilenme...
yeni başlangıçlar...
fazlalıklardan kurtulma zamanları...

bazen herşey ağır geldiğinde, bakıyorum ağırlık yapan nedir diye.
kollarıma, ayaklarıma, kafama hangi ağırlıkları takmışım da yürümeye çalışıyorum diye...

gereksiz işlere mi batmış ayaklarım? gitmem gereken yere gidemiyorum.
tanımadığım ve görmek istemediğim insanlar mı girmiş kollarıma beni bırakmayan?
geçmişe bırakmam gereken hangi takıntılar ve olaylar hala kafamda?

dün akşam dolabımdaki fazla kıyafetleri ayıkladım, verilmek üzere ayırdım.

bahara hazırlanıyorum kuzum.

Çarşamba, Şubat 25, 2009

234

geçen hafta eskişehir'deydim. insanlar burdan biraz daha mutlular.
kaygı, korku ve endişe sanırım daha az...
bilinç hallerinin bulaşıcı olduğunu söylüyordu geçenlerde okuduğum makale...


biliyorum bunların hepsini bildiğini.


ben iyiyim. parmağımda ağustos ayından bir hatıra kalsa da o da iyi...

hayat sen neresinden bakıyorsan o değil midir?
benim durduğum yer güneşli bir çimenlik...

Salı, Ağustos 19, 2008

233

hepimizin hayatta yaşadığımız travmalarımız var. yaralarımız. büyük ya da küçük.

üç hafta kadar önce parmağımı kestim. doğrusunu istersen fena bir kesik değildi; bıçak kemiğe dayandı sözünün ne demek olduğunu tam ve net olarak biliyorum artık. beş dikiş attı doktor.

beni kan tuttuğunu bir kere daha deneme fırsatı oldu. acı konusunda fena değilim, dayanıklı olduğum söylenebilir ancak görmek ya da bakmak ya da tahayyül etmek kanın damarlarımdan çekilmesi gibi bir sonuç ortaya çıkarıyor.

nasıl mı?

parmak kesildi. bir acı oluştu. buraya kadar tamam. çok fazla ve dayanılmaz bir acı değildi. çok hoş bir durum da değildi ancak sorun yoktu. ne zaman ki parmağıma sardığım sargıyı çıkardılar ve kesildikten sonraki ilk halini gördüm, o zaman içim bi fena oldu.

kendi kendime canımın daha fazla yanacağını, kötü bir kesik olduğunu, dikiş atacaklarını, dikiş atarken canımın daha fazla yanacağını, parmağımın uyuşmaya başladığını, gecenin bir vaktinde hastaneye bir sürü gereksiz para vereceğimi düşündüm, düşündüm, düşündüm... çok acınası bir haldeydim. vah zavallı ben'dim...

hele etrafımdaki kişiler bakıp da "ah canım, çok acıyor mu?" " ayyy, nasıl kestin öyleee...." "dikiş atmak iyi olabilir..." ... dedikçe içim bir fena oldu.

gece 12.00 gibi hastaneye gittik. doktor dikiş atarken ya da temizlerken bakmadım. biliyorum ki bakarsam içim yine fena olacak. ama bakmamam engelleyemedi. çünkü bu sefer de kafamda kurmaya başladım. "ayy... evet iğne yapıyor. kesiğin içine mi yaptı? evet... ay... acıdııı... şimdi mi dikmeye başlıyor acaba? evet evet... başka şeyler düşün... saat kaç oldu acaba? yarın elimi kullanabilir miyim? sabah erken kalkmam gerekecek, kaç gibi çıksam evden?... hı... dikiyor evet. acıyor mu? hımmm.. evet biraz... aslında çok acımıyor canım. az bir acı bu. ama sanki çok daha fazla gibi geliyor."

yaşadığımız olaylarda da aynı şeyi yaptığımızı fark ettim.

diyelim ki sevgilimiz bizi terk etti. bunun normal olarak bir acı vereceği gerçek. ama ne kadar acı olacak? belki nefes alamaz hale geleceğiz. belki ağlayacağız. belki canımız acıyacak (bu konu çok enteresan hakkında, bi'ara konuşalım mı bununla ilgili? ne dersin?). belki de çok fazla umursamayacağız.

yaşadığımız şeyleri çok fazla didiklemeye, üzerine günlerce kafa patlamaya, herkese anlatmaya, kendimize acımaya ve ne kadar zor durumda olduğumuzun, nasıl haksızlığa uğradığımızın bize tekrar tekrar anlatılmasına kendimize kaptırdıkça, yaramız daha da sızlamaya başlıyor.

yaşadığımız bir olay sonraki bir haftamızı, bir ayımızı, bir yılımızı hatta daha korkuncu tüm hayatımızı etkisi altına alabiliyor.

bir an durup ne kadar gerçek olduğuna bakmak gerekiyor.

ancak biraz daha yukardan...
biraz daha kendi dışımdan...

yıllar önce bir yerde mi duymuştum, bir yerde mi okumuştum şimdi hatırlayamıyorum. kendini kötü hissettiğin zaman tüm evren içinde kapladığın yeri düşünme ile ilgili bir konuydu.

evrenin, hayatın ve zamanın sonsuzluğu içerisinde benim yaşadığım neydi? insanlık için ne kadar önemliydi? ve en önemlisi gerçek miydi?

Çarşamba, Nisan 30, 2008

232

bahar kapıya kadar gelmişken, güneş tepede ve sırtımı güneşe vermişken hayat elbette çok güzel.

sabahları içinden geçtiğim parkta, parklar ve bahçeler müdürlüğünün düzenleme çalışması var aylardır. her tarafı kazdılar, söktüler, betonlar döktüler, ağaçları budadılar, bazılarını söktüler.

haftalarca sabahları ağaçları toplamaya gelen teyze ve amcalar gördüm. hatta dün sabah oldukça yaşlı bir teyze yine gelmiş çalı çırpı topluyordu.

sonra yine sabahları yine park ve bahçeler müdürlüğü bünyesinde lale dikim ve söküm işleriyle uğraşanları görüyorum. çiçeklerden desenler yapıyorlar şehrin içine, bizim için dostum, biz sevinelim, mutlu olalım, çiçekler etrafımızda olursa belki içimiz de çiçek açar diye... evet kesinlikle bunun için...


benim de çiçeklerim var işyerinde biliyorsun, bu aralar pek ilgilenemiyorum onlarla, oysa bahar geldi, bas bas bağırıyorlar bizimle ilgilen, kaplarımıza sığmıyoruz, yeni topraklar istiyoruz, yenilenmek istiyoruz. bahar sana geldi ya hani bize?
tamam diyorum, haklısınız, ihmal ettim sizi, söz en kısa zamanda ilgileneceğim... derken zaman yine su olup akıyor...
daha dün diyordum ki bu kış nasıl geçecek acaba?

işyerine geldiğimde parktan getirdiğim taba rengi toprak parçaları bırakıyorum yerlere. yürürken o kadar dikkat ediyorum çamurlara basmayayım, üstüme sıçratmayayım, ayaklarıma bulaşmasın diye, ancak ne yaparsam yapayım bir kaç parça mutlaka bulaşıyor, en çok ayakkabı tabanındaki girinti çıkıntıların arasına sıkışıyorlar, ne yaparsam yapayım çıkmıyorlar.
oysa ki mecburum bu parkın içinden geçmeye.

hayatın içinde de aynı şeyi yaşıyorum. yürürken ayaklarıma bulaşan şeyler, kusurlar, hatalar, dikkatsizlikler, mutsuzluklar...
hayat bu ya, içinde herşey var;
çimen kadar çamur da,
çiçek kadar diken de...

çamura batmamak, dikeni elime batırmamak için tüm bunlardan uzak durmak mı daha iyidir?
bahçeye girmemek, elini güle uzatmamak?
olduğun yerde kalmak ve seyretmek...

yoksa esas mesele
bahçeden geçmek,
gülü koklamak,
ilerlemek,
devam etmek,
çamura bulanmadan, ellerimizi kanatmadan yapabilmekte mi?

Cuma, Şubat 15, 2008

231




insan, hayatının bir döneminde mutlaka mutluluk üzerine düşünüyor.

kendime sormuş, şiirlerde, romanlar duymuş ancak net bir karar vermemiştim, karşıma çıkan herkese sormaya başladım;
"mutluluk nedir sence?"

herkesin cevabı farklıydı, ancak kimse tam bir tanımını yapamıyordu.
üzerine düşünmeye ve sorgulamaya başladığımızda o konu ile ilgili çok başka dünyalar açılmaz mı önümüze...

aradan bir kaç yıl geçti, bir çok şey yaşandı, okundu, düşünüldü. sonuçta ise vardığım nokta 2 tür mutluluk olduğuydu. birinde hemen ve anında oluşan bir tatmin hissi varken diğeri daha uzun vadede sonuçlarını gösteriyordu.

şöyle ki;

yapmak istediğim bir şey var, o anda yaparsam beni inanılmaz bir şekilde -ya da inanılır- "mutlu edecek". istiyorum ve yapıyorum. sonrasında başlayan süreçte ise bir pişmanlık ya da boşluk hissi oluyor genelde… gitgide düşüşe geçen ve sonunda vasata varan bir mutluluk...

yapmak istediğim şeye bakıp 10 sene sonra da -ya da 10 dakika ya da 10 gün...- bunu yaptığıma pişman olacak mıyım? diye sorduğumda cevap evetse o anda onu yapmamak mutluluk verebiliyordu. bu ise gitgide ve zamanla büyüyen bir mutluluktu.

o kadar uzun yaşayacağımın garantisini kim verebilir ki bana?
zamanın garantisi yoksa, neden uzun vadeli mutluluklar peşinde koşayım ki? diye sormaz mı insan aklı?
sorar elbette...
oysa yapılmış olması gerekeni yapmak bile, o anda başlı başına bir mutluluk kaynağı –bize acı verse bile- -kelebek etkisi, bunu bir kere daha gösteren bir film olmuştur bana-

yalnız kaldığımızda fısıldayan bir ses duyuyoruz,
gece başımızı yastığa koyduğumuzda... aslında o kadar iyi biliyoruz ki…
herşeyi...



başkalarına anlatma hevesimiz, belki sadece kendimizi doğru yaptığımıza inandırma isteğimizden...


sonra,
yıllar sonra bir hint destanında şöyle diyordu krişna;

"Önce zehir gibi görünen ama sonunda nektar tadı veren mutluluk Sattva mutluluğudur ve kendi kendisiyle barışık bir zihinden doğar.

Duyuların verdiği zevk önce nektar gibi tatlıdır ama sonunda zehir acısına dönüşür. Bu Racas mutluluğudur.

Tamas insanları ise mutluluğu uykuda, uyuşuklukta ve her türlü uyuşturucuda bulurlar. Böyle bir mutluluk baştan sona yanılsamadır."

Pazartesi, Aralık 24, 2007

230

eski yazı...

akan kanla ödenen ne çok bedel var. akan sıcak kan eşitliyor en zıt kutupları. yapış yapış kan izi ellerimizde. bedeli ödenmiş günahlarımızın hafifliği ruhumuzda.

iyi bayramlar.